1 Haziran 2012 Cuma

GECE VE GÜNDÜZ NASILOLUŞUR?


Dünyamız ve diğer tüm gezegenler kendi eksenleri etrafında dönmektedir. Dünyamızın kendi ekseni etrafında dönmesi sonucunda gece ve gündüz oluşumu ile yerel saat farkı olmak üzere bir çok olay meydana gelmektedir.   
 
DÜNYANIN GÜNLÜK HAREKETİNİN SONUÇLARI :                                                                        
 
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\HAKİKATLER\dünya- güneş.jpg
Gece ve gündüzün oluşması  ,
Gece ve gündüzlerin birbirini takip etmesi ,
Dünya üzerinde yer alan bir yerin gün içinde Güneş ışınlarını alma açısının değişmesi ,
Gece ve gündüzlerin oluşmasının bir sonucu olarak günlük sıcaklık farklarının ortaya çıkması  ,
Günlük sıcaklık farklarına bağlı olarak mekanik çözülmenin artması, meltem rüzgarları oluşması,
Atmosferdeki hava akımları sapmaya uğraması ,
300  – 600 Kuzey ve Güney enlemlerinde dinamik kökenli basınç merkezlerinin ortaya çıkması ,
Okyanus akıntılarının halkalar oluşturması ve sapmaya uğraması ,
Aynı enlem üzerinde yer alan kentlerde Güneşin doğuş ve batış saatlerinin farklılık göstermesi ,
Yerel saat farklarının ortaya çıkması.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\HAKİKATLER\dunya-gezegeni.jpg
DÜNYANIN YILLIK HAREKETİ ve SONUÇLARI
Yörünge Hareketi : Dünyanın güneş çevresinde dönerken izlemiş olduğu  yola yörünge , meydana getirdiği  düzleme de yörünge düzlemi (ekliptik düzlem) denir. Dünyamızın yörüngesi  yandaki şekilde de görüldüğü gibi elips şeklindedir. Dünyanın bu yörünge hareketine yörünge hareketi veya yıllık hareket adı verilmektedir.
EKSEN EĞİKLİĞİ VE SONUÇLARI :
http://www.cografyadersi.com/kucukfotograf/eksen_egikligi.JPG
Ekvator ile Yörünge düzlemi arasında 230 27ı ‘lık bir açı bulunmaktadır. Bir bakıma Dünya Güneş etrafında yörünge hareketini yaparken bu açı ile dönmektedir. Eksen eğikliğinin bir sonucu  ortaya çıkan özellikler şunlardır ;
  • Dönenceler meydana gelir. Dönence: kuzey ve güney yarım kürelerde güneş ışınlarının en son dik geldiği noktalara denir. Kuzey yarımküre de Yengeç Dönencesi (230 27ı Kuzey) Güney yarımkürede ise oğlak dönencesi (230 27ı Güney) bulunmaktadır.
  • Matematik iklim kuşakları oluşur.
  • Güneş ışınlarının düşme açısı yıl boyunca değişir. Güneş ışınları yıl içinde dönencelere birer kez, dönenceler arasına da ikişer kez dik açıyla düşerler. Dönenceler dışında hiçbir yere güneş ışınları dik olarak düşmez. Ülkemiz matematik konumu itibarıyla dönenceler dışında yer almaktadır bu nedenle Güneş ışınları dik açıyla düşmez. Yıl içinde 21 Haziran’da en büyük açıyla , 21 Aralık’ta ise en küçük açıyla düşmektedir.
  • Mevsimler oluşur. Dört mevsimin tek  yaşandığı kuşak ılıman kuşaktır. Sebebi : güneş ışınlarının düşme açısında yıl boyunca değişikliğin fazla olmasıdır. Tropikal kuşakta yıl boyunca yaz , Kutup kuşağında ise yıl boyunca kış mevsimi yaşanmaktadır.
  • Aynı tarihlerde kuzey ve güney yarımkürelerde farklı mevsim yaşanması.
  • Gece gündüz uzunluğu sürekli değişir. Bu değişim en az Ekvator’dadır.  Kutuplara doğru gidildikçe gece gündüz değişimi artar.
  • Güneşin doğuş ve batış konumu ile saatinin değişmesi.
  • Muson rüzgarlarının oluşması.
  • Aydınlanma dairesinin sürekli değişmesi.
  • Kutup bölgelerinde 24 saatten uzun gece ve gündüzlerin oluşması. Örnek: Kutup noktalarında 6 ay gündüz, 6 ay gece yaşanması.
EKSEN EĞİKLİĞİ OLMASAYDI; (Ekvator düzlemi ile ekliptik (yörünge düzlemi ) üst üste çakışsaydı veya yer ekseni ekliptiği dik olarak kesseydi)
  • Dönenceler oluşmazdı. ( dönencelerin yerini eksen eğikliği belirler )
  • Mevsim değişmesi olmazdı. ( Güneş ışınlarının geliş açısı değişmediği için )
  • Güneş ışınları sadece Ekvatora dik gelirdi.
  • Aydınlanma dairesi sürekli kutup noktalarına teğet geçerdi.
  • Gece gündüz süreleri birbirine eşit olurdu.
  • Güneşin doğuş-batış konumu ve saati değişmezdi.
  Kuran’da gece ve gündüzün oluşumu şöyle bildirilmektedir:
“Gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıp-örtüyor. Güneş’e ve Ay’a boyun eğdirdi. Her biri adı konulmuş bir ecele (süreye) kadar akıp gitmektedir. Haberin olsun; üstün ve güçlü olan, bağışlayan O’dur.” (Zümer Suresi, 5)
Ayette, gece ve gündüzün oluşumu için Dünya’nın hareketi, kavuğun sarılmasında olduğu gibi, “yuvarlak bir cismi sarıp örtmek” anlamına gelen “tekvir” fiilinden türemiş “yukevviru” kelimesi ile tarif edilmektedir. Bu kelime Dünya’nın küresel şeklinin yanı sıra, Güneş’in etrafındaki hareketini de en doğru olarak ifade etmektedir. Dünya’nın küresel şekli ve kendi ekseni etrafında dönmesi nedeniyle, Güneş her zaman Dünya’nın bir tarafını aydınlatırken, diğer tarafı ise gölgede kalır. Gölgede kalan taraf geceleyin karanlık ile örtülür ve sonra Dünya’nın Güneş’e doğru dönmesiyle gündüz, gecenin yerini alır. Yasin Suresi’nde ise Güneş ve Ay’ın konumları ile ilgili şöyle bildirilmektedir:
“Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir. Ay’a gelince, biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalı gibi döndü (döner). Ne Güneş’in Ay’a erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler.” (Yasin Suresi, 38-40)
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\ÇİÇEKLER\1 lale.jpg

GECE VE GÜNDÜZÜN YAŞAM İÇİN ÖNEMİ

Atmosfer, gerek fonksiyonları gerekse kimyasal bileşimiyle yaşam için zorunlu, mükemmel bir örtüdür. Güneş, çok farklı dalga boylarında ışığı yayar. Ancak bu dalga boylarından sadece çok dar bir aralık yaşam için gerekli olan ışığı içerir. Ve bu noktada önemli bir mucize görülür; atmosfer öyle bir yapıya sahiptir ki, sadece yaşam için gerekli olan aralıktaki ışığın geçmesine izin verirken, yaşam için zararlı olan X ışınlarını, gama ışınlarını ve diğer zararlı tüm ışınları emer ya da geri yansıtır. Yaşam için son derece önemli olan bu seçilimden sorumlu olan atmosfer tabakası ise, kimyasal formülü O3 olan “ozon tabakası”dır. Ozon tabakasının evrendeki diğer 1025 adet farklı dalga boyuna sahip ışın cinsi arasından, yalnızca yaşam için gerekli 4500 – 7500 A0 aralığındaki görünür ışığı geçirmesi bizim için özel tasarlanmış bir mucize olduğunun göstergesidir. Eğer atmosfer bu aralıkta bulunan ışığı geçirmeseydi veya bu ışıkla birlikte farklı dalga boylarındaki ışıkları da geçirseydi, yeryüzünde canlılık kesinlikle oluşamazdı. Bu, canlılığın oluşması için gereken yüzbinlerce koşuldan sadece bir tanesidir ve bu koşulların tamamının eksiksiz olarak oluşması, canlılığın tesadüfen meydana gelmesinin kesinlikle imkansız olduğunu gösterir.
Farklı dalga boyundaki ışıklar farklı renkler demektir.

Gördüğümüz bütün renkler belirli bir dalga boyuna ve frekansa sahiptir. Örneğin kırmızının dalga boyu mordan uzundur. Bizim renkleri görebilmemizin sebebi ise gözlerimizin bu hassas dalga boylarını algılayacak ve beynimizin de bunları yorumlayacak şekilde yaratılmasından kaynaklanır.
Işığın dalga boyu “nanometre” adı verilen bir birimle tanımlanır. Bir nanometre ise metrenin milyarda birine eşittir. Örneğin kırmızının dalga boyu 770, koyu morun ise 390 nanometredir. Ancak bu o kadar küçük bir birimdir ki, insanın gözünde canlandırabilmesi kesinlikle imkansızdır. Bu ışıkların bir de frekansları vardır. Bu frekans “hertz” veya saniyedeki devir sayısıyla ölçülür. Bir devir ise dalganın en üst ve en alt noktası arasındaki mesafedir. Işık saniyede 300.000 km yol alır. Eğer dalga boyu daha küçük ise fotonlar aynı sürede daha fazla mesafe kat etmek zorunda kalırlar.
Buraya kadar anlatılan özelliklerden anlaşılacağı gibi bitkinin kullandığı ışık çok özel bir yapıya sahiptir. Bu ışık, hem atmosferde hassas bir elekten geçirilerek süzülür, hem bizim algılayamayacağımız kadar küçük bir mesafe aralığında hareket eder, hem de bilinen en büyük hıza sahiptir. Ayrıca hem dalga olarak hem de foton denilen tanecikler şeklinde hareket ettiği için maddeleri oluşturan atomlara çarparak kimyasal reaksiyonlara sebep olma özelliğine de sahiptir.
Bu kadar kompleks bir yapıya sahip olan ışık büyük mesafeler katedip bitkiye ulaştığında, özel bir anten sistemi tarafından algılanır. Bitkide bulunan bu anten sistemi o kadar hassas bir yapıya sahiptir ki, sadece bu çok küçük bir dalga aralığında bulunan ışığı yakalayacak ve bu ışığı işleyecek sistemleri başlatacak şekilde yaratılmıştır. Eğer ışık herhangi başka bir değere, hıza veya frekansa sahip olsaydı, pigment (bitkinin anteni) bu ışığı göremeyecek ve işlem daha başlamadan sona erecekti. Pigment ve ışık arasındaki uyum, çok sık karşılaştığımız özel yaratılış örneklerindendir. Örneğin kulak ve ses dalgası, göz ve ışık, besinler ve sindirim sistemi gibi sayısız uyumlu yaratılış örneği mevcuttur. Ne ışık kendi dalga boyunu ayarlar ne de pigment algılayabileceği ışık boyunu seçme şansına sahiptir. Açıktır ki, ikisi de bu sistem için özel olarak yaratılmışlardır.
RENKLİ BİR DÜNYADA YAŞAMAMIZI SAĞLAYAN MUCİZE!
http://www.harunyahya.org/bilim/fotosentez/res/151.jpg
Yapraklar bize yeşil gibi görünürler, çünkü yeşil ışık klorofil vasıtasıyla iletilir ya da yansıtılır.
Işığı emen bütün maddelere pigment adı verilir. Pigmentlerin renkleri, yansıtılan ışığın dalga boyundan, başka bir deyişle madde tarafından emilmeyen ışıktan kaynaklanır. Bütün fotosentetik hücrelerde bulunan ve bir tür pigment olan klorofil, yeşil dışında, görünen ışığın bütün dalga boylarını emer.
http://www.harunyahya.org/bilim/fotosentez/res/153b.jpg
Fotosentez işleminde görev alan anten, yüzlerce klorofil ve karotenoid molekülünden ve reaksiyon merkezi olan klorofil a molekülünden oluşur.
Yaprakların yeşil olmasının sebebi yansıtılan bu ışıktır. Siyah pigmentler kendilerine çarpan ışığın bütün dalga boylarını emerler. Beyaz pigmentler ise kendilerine çarpan ışığın neredeyse bütün dalga boylarını yansıtırlar.
Örneğin bitkilerdeki klorofil ismi verilen pigmentler hem yeşil rengin oluşmasını sağlayan, hem de fotosentezin gerçekleştiği yerlerdir. Pigment, karbon, hidrojen, magnezyum, nitrojen gibi atomların biraraya gelerek oluşturdukları moleküllerin gerçekleştirdikleri bir yapıdır. İşte bu tür bir pigment olan klorofil hayatın devamında çok önemli bir role sahip olan fotosentezi, hiç durmaksızın gerçekleştirir. Klorofil pigmentinin boyutlarını düşündüğümüzde konunun ne kadar ince ve hassas hesaplar üzerine kurulu olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
250-400 kadar klorofil molekülü gruplar şeklinde organize olarak, “fotosistem” adı verilen ve çok hayati işlemler gerçekleştiren bir yapı oluştururlar. Bir fotosistem içindeki bütün klorofil molekülleri, ışığı emme özelliğine sahiptirler; ama her fotosistemde sadece bir klorofil molekülü gerçekten ışıktan elde edilen kimyasal enerjiyi kullanır. Enerjiyi kullanan molekül, fotosistemin ortasına yerleşerek, sistemin reaksiyon merkezini tespit eder. Diğer klorofil molekülleri “anten pigmentler” olarak adlandırılırlar. Klorofil a olarak adlandırılan reaksiyon merkezinin çevresinde anten benzeri bir ağ oluşturarak reaksiyon merkezi (yani klorofil a) için ışık toplarlar. Reaksiyon merkezi 250′den fazla anten molekülünün birinden enerji aldığında, elektronlarından biri daha yüksek bir enerji seviyesine çıkarak bir alıcı moleküle transfer olur. Yani klorofil a’ya ait olan bir elektron, etrafta dizilmiş bulunan diğer klorofil moleküllerine geçer. Bu sayede zincirleme bir reaksiyon ve elektron akışı dolayısıyla fotosentez de başlamış olur. Bu yüzden pigment dediğimiz organlar fotosentez işlevi içinde hayati bir rol oynamaktadırlar. Bu çok özel yapılı moleküller aynı zamanda çevremizdeki yeşil bitki dünyasını oluşturmaktadırlar.
http://www.harunyahya.org/bilim/fotosentez/res/152.jpg
Kloroplastı oluşturan parçalar incelendiğinde hassas hesaplamalar üzerine kurulmuş, detaylı bir sistemin olduğu görülecektir. Gözle görülmeyecek kadar küçük alanlara böyle detaylı tasarımları yerleştiren yüce Allah’tır.
http://www.harunyahya.org/bilim/fotosentez/res/154.jpg
Bir bahçeye girdiğimizde insanı etkileyen parlak renklere ve desenlere sahip çiçeklerle karşılaşırız. Mesela bir kırmızı gülle karşılaştığımızda gülün rengi hoşumuza gider; gülün asıl renginin ne olduğunu bilmeden hayranlıkla seyrederiz. Aslında gülün koyu kırmızı rengi, gülün içindeki pigmentlerin bu dalga boyundaki ışınları bir ayna gibi yansıtmasından kaynaklanır. Gülün yapraklarında bulunan pigmentler gelen ışığın tamamını emerek, sadece kırmızı rengi temsil eden dalga boyundaki ışığı yansıtırlar ve biz bu yansıyan dalga boyunu kırmızı olarak görürüz.
PİGMENTLER VE EVRİMCİLERİN AKIL DIŞI SENARYOLARI
Görünür ışık, pigmentlerin ortaya çıkardığı renkler ve bu milyonlarca tondaki renkleri algılayan gözlerimiz, Allah tarafından sonsuz bir ilim ve sanatla yaratılmıştır. Birisi olmadan diğerinin anlamını yitireceği bu sistemde renkler, ışık ve göz mükemmel bir uyum içindedir.
Bitkilerdeki pigmentin yaratılışında kullanılan malzeme insan gözündeki pigment olan retina için de kullanılmıştır.
Ama aynı malzeme bitkide fotosentezi başlatırken, insan gözünde görüntüyle ilgili mesajları beyne iletmekle görevlendirilmiştir. Birkaç atomun birleşmesinden meydana gelen bir maddenin, bulunduğu yere göre farklı özelliklere ve görevlere sahip olabilmesi olağanüstü bir durumdur. Saatte 500 km hızla beyne mesaj ileten 600 bin sinirle beyne bağlı olan göz, aynı anda 1,5 milyon mesaj alıp bunları düzenler ve beyne gönderir. İnsan gözündeki kompleks sistem gibi pigmentlerin bitkide yaptıkları görev de çok karmaşık bir yapıya sahiptir. Evrimciler pigmentle ilgili sistemleri açıklarken sistemin kompleks yapısını ve her bir parçasının aynı anda yaratılmış olması gerektiğini hiç gündeme getirmezler.
http://www.harunyahya.org/bilim/fotosentez/res/156.jpg
Yukarıda mikroskop altındaki resmi görülen tek hücreli bir canlıdır. Evrimciler buna benzer bir tek hücreliden bitkilerin, hayvanların, insanların, kısacası tüm canlıların evrimleştiğini öne süren hayali bir senaryoya sahiptirler.
Klasik evrim senaryosuna göre bitkiler güneş enerjisini kullanma ihtiyacı duymuş, bunun için de -her nasılsa- pigmentleri üretmişlerdir. Burada unutulmaması gereken, bu bitkilerin daha önceden pigment gibi bir yapıdan haberdar olmamaları ve pigment görevini gören bir sistemi de bilmiyor olmalarıdır. Evrimcilerin neyi savundukları burada açık bir biçimde ortaya konduğunda teorinin sahip olduğu mantık hezimeti de daha net karşımıza çıkar.
Evrimcilere göre, hayatta kalmak için bir enerji kaynağı arayan, bir bilince ve akla sahip olmayan tek hücreli bir canlı nasıl olmuşsa Güneş’in ekonomik ve sürekli bir enerji kaynağı olduğunu tespit etmiştir. Sonra, bu enerjiyi nasıl kullanılır hale getirebileceğini ‘düşünmüş’ ve günümüzün bilim adamlarının dahi çözemediği sorunları çözerek, güneş enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürebilecek bir anten sistemi planlamıştır. Bunun için Güneş’in uygun dalga boylarını, elektron akışını sağlayacak kimyasal formülleri çözdükten sonra üretim işine başlamış ve belirli kimyasalları hassas oranlarda biraraya getirerek pigmenti üretmiştir. İşte evrimcilerin akıl almaz senaryosu budur.
Bu senaryo akıl dışı olmasının yanında, birçok açıdan da çıkmaza girmektedir. Herşeyden önce, son zamanlarda yapılan çalışmalarda bitkilerin ortak bir atadan evrimleşmedikleri kesin olarak ortaya çıkmıştır. Evrimcilerin gerçek dışı iddialarına göre bunun bir anlamı da şudur: her bitki türü fotosentez sistemini ayrı ayrı, diğerlerinden bağımsız olarak geliştirmiştir. Bu hayal dünyasının sınırlarını iyice zorlayan bir senaryodur. Çünkü, tek bir bitkinin dahi fotosentez gibi, günümüzün ileri teknoloji ve bilim seviyesi ile taklit dahi edilemeyen kompleks bir sistemi tesadüfen elde etmesi imkansızdır. Bu imkansızlık açıkça ortada olmasına rağmen evrimciler, bu imkansızlığın defalarca tekrarlandığını iddia edecek kadar akıl ve mantığa aykırı düşünmektedirler. Oysa daha ileride de göreceğimiz gibi fotosentezin önemli bir parçası olan pigmentlerin oluşturduğu antenler ve onlara bağlı olarak çalışan sistemlerin tasarımı tesadüfle izah edilemeyecek kadar olağanüstü bir yapıyı ortaya koymaktadırlar.www.bitkilerevrimicurutuyor.com
FOTOSENTEZİ ETKİLEYEN FAKTÖRLER
Fotosentez çok karmaşık ve hassas bir süreçtir. Fotosentezi yapan bitkinin her parçası bu iş için özel yapılara sahiptir. Ancak fotosentezin gerçekleşmesi için gerekli olan unsurlar bitkinin yapısıyla sınırlı değildir. Bitkinin yapısı dışında ihtiyaç duyulan faktörlerin en önemlilerinden biri de kuşkusuz ışıktır. Daha önce gördüğümüz gibi, Dünya’ya gelen ışığın dalga boyu ile bitkilerdeki anten ve pigment sistemi birbirleriyle mükemmel bir uyum içinde yaratılmışlardır. Ancak ışığın dalga boyu yanında, fotosentezi etkileyen başka dengeler de vardır.
1. IŞIĞIN ŞİDDETİ VE SÜRESİ

http://www.harunyahya.org/bilim/fotosentez/res/158.jpghttp://www.harunyahya.org/bilim/fotosentez/res/158b.jpg
Güneş ışığını direkt alarak fotosentez yapabilen çiçekli bitkilerin yanısıra, gölge alanlardaki kısıtlı ışıkla fotosentez yapabilecek özelliklere sahip olan bitkiler de vardır. Ihlamur (üstte solda) ve karaağaç (ortada) bu türdeki ağaçlardandır.
Fotosentez, ışığın şiddeti ve süresine bağlı olarak değişir. Ayrıca, ışığın doğrudan ya da dağılmış olarak gelmesi de fotosentez açısından önemlidir. Doğrudan veya direkt ışık ile bulut, sis ve diğer cisimlere çarparak yayılan ışık arasında önemli farklar bulunur. Doğrudan gelen ışınlar toplam ışığın %35′ini, yayılan ışık ise %50-60′ını oluşturur. Yayılan ışığın fizyolojik kalitesi daha yüksek olduğu için bitkilerin ihtiyacı olan ışık açığı karşılanmış olur.
Bitkiler de bu iki ışık türüne duydukları ihtiyaca göre, “güneş bitkileri” ve “gölge bitkileri” olarak ikiye ayrılırlar. Güneş bitkileri, doğrudan güneş ışığını alarak maksimum verim elde edecek şekilde yaratılmışken, gölge bitkileri orman gibi gölgeli alanlarda veya soğuk-bulutlu iklimlerde, dolaylı olarak gelen ışıkla maksimum fotosentez yapacak şekilde yaratılmışlardır.
Gürgen, ıhlamur, karaağaç, dişbudak, sedir ve ardıç ağaçları ise iki ortamda da yaşayabilecek şekilde yaratılmışlardır.
2. IŞIĞIN MİKTARI VEYA YOĞUNLUĞU
Yılın belli mevsimlerinde ekvatordan kuzeye ve güneye doğru gidildikçe aydınlanma ve buna bağlı olarak fotosentez süresi artar. Bu aydınlanmanın süresi, bitkilerde büyük değişiklikler yaşanmasına sebep olur. Fotosentezin artmasıyla bitkilerdeki büyüme, çiçeklenme, yapraklanma gibi gelişim süreçleri değişir. Bu durumda kısa sürede süratli bir büyüme gerçekleşir. Bu ışık özelliği nedeniyle çiçekler uzun ve kısa gündüz bitkileri olarak ikiye ayrılır. Örneğin, kısa gündüz bitkisi olan kasımpatı, sonbahar başlarında, gündüzün kısa olduğu zamanlarda çiçek açar, uzun günlerde ise çiçeksiz olarak büyür. Ancak ışık şiddeti ne kadar artarsa artsın fotosentez sadece belirli sınırlar içerisinde faaliyetine devam eder.
3. ISI
http://www.harunyahya.org/bilim/fotosentez/res/159a.jpghttp://www.harunyahya.org/bilim/fotosentez/res/159b.jpg
Kasımpatı, sonbahar başlarında, gündüzün kısa olduğu zamanlarda çiçek açar. Kısa zamanda çok süratli bir büyüme gösterir.
Bitkilerin fotosentez yapabilmeleri ve hayatlarını sürdürebilmeleri için ısıya ihtiyaçları vardır. Belirli bir sıcaklıkta tomurcuklarını patlatarak çiçek açan, yapraklanan bitkiler, ısı belli bir sıcaklığın altına düştüğünde yaşamsal faaliyetlerini sona erdirirler. Örneğin, genelde ısı 10 derecenin üzerinde olduğunda orman ağaçları büyüme devresine girerler. Tarımda ise bu sınır 5 derecedir. Isı arttıkça kimyasal işlemler de iki ya da üç misli artar. Ancak ısı, 38-45 dereceyi aştığında, bitkinin büyümesi türüne göre yavaşlar, hatta durur.
Bir bütün olarak fotosentezin aşamalarına, fotosentez yapan organizmalara, bu işlemi yapmak için ihtiyaç duydukları özel koşullara bakıldığında yaratılışın önemli delilleri görülür. Hassas ve muntazam ölçülerin biraraya gelmesiyle bir anlam kazanan bu sistem herşeyin yaratıcısı, sonsuz ilim sahibi Allah tarafından yaratılmış ve insanın emrine verilmiş bir nimettir.
4. FOTOSENTEZ İÇİN GECENİN ÖNEMİ
Fotosentezin meydana gelmesi için birarada bulunması gereken koşullar oldukça fazladır ve bunlardan biri olmadığında fotosentez de olmaz. Bu koşullardan biri de gecedir. Bitkilerin yaşama ve büyüme faaliyetleri, gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farklarıyla yakından ilgilidir. Bazı bitkiler gündüz fazla sıcaklığa ihtiyaç duyarken geceleri düşük sıcaklık isterler. Bazıları ise bu farkı istemezler.
Güneş’in doğmasıyla birlikte, yaprakta terleme ve buna bağlı olarak fotosentez artmaya başlar. Öğleden sonra ise bu olay tersine döner; yani fotosentez yavaşlar, solunum artar, çünkü sıcaklığın artmasıyla birlikte terleme de hızlanmaktadır. Geceleyin ise sıcaklığın azalmasıyla birlikte terleme yavaşlar ve bitki rahatlar. Eğer geceyi sadece bir gün yaşamasak, bitkilerin çoğu ölürdü. Gece, aynı insanlar için olduğu gibi, bitkiler için de bir dinlenme ve dinçleşme anlamına gelir.
http://www.harunyahya.org/bilim/fotosentez/res/161a.jpghttp://www.harunyahya.org/bilim/fotosentez/res/161b.jpg
Güneş ışınları, bitkiler için yapraklarda terlemenin dolayısıyla fotosentezin başlaması demektir. Alchemilla adlı bitkide gece ile birlikte terleme yavaşlar ve bitki dinlenmeye geçer.
Allah Kuran’da gece ile gündüzü, Ay ile Güneş’i ve tüm bitkileri insanların hizmetine verdiğini şöyle bildirmiştir:
Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O’nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 12-13)
Başka ayetlerde ise, geceyi yaratanın Allah olduğu, O’nun dışında başka hiçbir varlığın buna güç yetiremeyeceği şöyle haber verilir:
De ki: “Gördünüz mü söyleyin, Allah kıyamet gününe kadar gündüzü sizin üzerinizde kesintisizce sürdürecek olsa Allah’ın dışında size içinde dinleneceğiniz geceyi getirecek ilah kimdir? Yine de görmeyecek misiniz? Kendi rahmetinden olmak üzere O, sizin için, dinlenmeniz ve O’nun fazlından (geçiminizi) aramanız için geceyi ve gündüzü var etti. Umulur ki şükredersiniz. (Kasas Suresi, 72-73)
5. KARBON ÇEVRİMİ
http://www.harunyahya.org/bilim/fotosentez/res/162.jpg
Yeryüzünde birçok etmen atmosfere karbondioksit bırakılmasına neden olur. Örneğin canlıların nefes alıp vermesi, ölü canlılar, fosiller veya ağaçların yakılması hep karbondioksit üretir. Bu yoğun karbondioksit üretimine karşı ise bitkiler atmosferdeki karbondioksiti alarak, atmosfere canlılık için gerekli olan oksijeni bırakırlar. Eğer bitkiler böyle bir özelliğe sahip olmasaydı, kısa sürede dünya atmosferi karbondioksitle dolar, canlıların yaşamı için gerekli olan oksijen ise tükenirdi. Bu çevrim yeryüzündeki kusursuz uyum ve dengenin örneklerinden sadece biridir.
Bitkiler, atmosfer ve okyanuslardaki karbondioksiti tüketip, organik bileşikler ürettikleri için birer karbon fabrikası ve çevreyi temizleyen bir arıtma tesisi olarak düşünülebilir.
Solunum yoluyla az miktarda karbondioksit üretirler ve bunu hemen fotosentez için kullanırlar. Bitkilerin ve tek hücrelilerin karbondioksit tüketimi, insanların ve hayvanların karbondioksit üretimi arasındaki denge, okyanuslarda karbonatların üretilmesiyle eşitlenmiştir. Bu süreçte hava ve suda bulunan fazla miktardaki karbondioksit tüketilir.
İnsan yaşamı havadaki karbondioksit oranını büyük miktarda artırır. Bu artış ise küresel ısınma olayına ve bunun bir sonucu olarak sera etkisi denilen hava sıcaklığının artışına yol açar.
Karbondioksit ve diğer zararlı kimyasalların kullanımı aynı zamanda asit yağmurlarına da yol açar. Bütün bu zararlı etkilere karşı en güçlü silah, fotosentez yapan canlılardır. Eğer yeryüzünde böyle bir denge kurulmamış olsaydı, canlılık hiçbir zaman varlığını sürdüremez, kısa bir süre içinde oksijen yetersizliğinden ve karbondioksit zehirlenmesinden yok olurdu. Böyle bir sorunla asla karşılaşmayız çünkü, herşeyi belli bir ölçü ile takdir edip belirleyen üstün ilim ve akıl sahibi Rabbimizin yaratışında hiçbir kusur ve eksiklik yoktur:
Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)

C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\ÇİÇEKLER\1 lale.jpg

NEFES ALAN SABAH


Kuran’da fotosentezin sabah vakti başladığı bildirilmektedir:
Kararmaya ilk başladığı zaman, geceye andolsun, ve nefes almaya başladığı zaman, sabaha. (Tekvir Suresi, 17–18) 
Bitkiler fotosentez yaparken, havadaki karbondioksidi -yani insanın kullanmadığı zararlı gazı- alır ve onun yerine atmosfere oksijen bırakırlar. Nefes aldığımızda içimize çektiğimiz ve asıl hayat kaynağımız olan oksijen, fotosentezin ana ürünüdür. Atmosferdeki oksijenin yaklaşık %30′u karadaki bitkiler tarafından üretilir. Geri kalan %70′lik bölüm ise denizlerde ve okyanuslarda bulunan ve fotosentez yapabilen bitkiler ve tek hücreli canlılar tarafından üretilir.
http://www.dijitalsanat.com/data/media/314/tree_field.jpg
Fotosentez, bilim adamlarının bugün bile tam olarak açıklayamadıkları eşsiz bir süreçtir. Bu işlemi çıplak gözle göremeyiz, çünkü bu mekanizma, çalışmak için atomları ve molekülleri kullanır. Ancak, fotosentezin sonuçlarını, nefes almamızı sağlayan oksijen ve hayatta kalmamızı sağlayan besinlerde görebiliriz. Fotosentez anlaşılması zor kimyasal formüller, günlük hayatta hiç karşılaşmadığımız küçüklükte sayı ve ağırlık birimleri içeren, çok hassas dengeler üzerine kurulmuş bir sistemdir. Etrafımızdaki bütün yeşil bitkilerde, bu işlemin gerçekleştiği kimya laboratuvarlarından trilyonlarcası kuruludur. Üstelik bitkiler, milyonlarca yıldır hiç durmadan ihtiyacımız olan oksijeni, besinleri ve enerjiyi üretmektedirler.
Fotosentezin en verimli olduğu zaman, oksijenin en fazla üretildiği zamandır. Bu da güneş ışığının en yoğun olduğu sabah saatlerinde gerçekleşir. Güneş’in doğmasıyla birlikte, yaprakta terleme ve buna bağlı olarak fotosentez artmaya başlar.
Öğleden sonra ise bu olay tersine döner; yani fotosentez yavaşlar, solunum artar, çünkü sıcaklığın artmasıyla birlikte terleme de hızlanmaktadır. Geceleyin ise sıcaklığın azalmasıyla birlikte terleme yavaşlar ve bitki rahatlar.
Tekvir Suresi’nde sabah vakti ile ilgili olarak dikkat çekilen “iza teneffese” yani “nefes almaya başladığı zaman” ifadesi, mecaz yoluyla teneffüs etmek, solumak, derin derin nefes almak anlamlarına gelir. Ayette vurgulanan bu ifade, sabah vakti oksijen üretiminin başlaması, solunumun ana şartı olan oksijenin en yoğun olarak bu vakitte elde edilmesi açısından oldukça dikkat çekicidir. Ayette sabah vakti ile ilgili olarak, bu durum üzerine yemin edilmesi de konunun önemini ayrıca vurgulamaktadır. 20. yüzyılın önemli keşifleri arasında yer alan fotosentez faaliyeti, Allah’ın yukarıdaki ayetle işaret ettiği Kuran’ın bilimsel mucizelerinden biridir.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\ÇİÇEKLER\1 lale.jpg

GECE GÜNDÜZ DEĞİŞİMİNİ KULLANARAK GÖÇ EDEN CANLILAR BESLENME GÖÇLERİ


Okyanus balıklarının göçleri çok çeşitlidir. Okyanuslarda sürekli, birkaç metreden yüzlerce metreye kadar saatler ya da günler süren farklı göçler gerçekleşir. Bu birbirinden farklı seyahatlerin tek ortak yanları amaçlarıdır. Birçok balık beslenmek için düzenli olarak göç eder.
Kıyı balıkları beslenmek amacıyla yapacakları bu göçte gelgitten faydalanırlar. Gelgit sayesinde önce kıyıya daha sonra geriye yerlerine ulaşırlar. Böylece her gün birkaç saatleri yemek yemekle geçer. Bazı balıklarsa gündüz-gece değişimini kullanarak beslenirler. Karayip mercan kayalıklarında, yakalanınca çıkardığı sesten dolayı homurtu balığı olarak bilinen bir tür renkli sürü balığı yaşar. Bu balıklar gündüzleri yem olmamak için kayalıkların kuytu yarıklarında bulunurlar, akşam olunca da sürüler halinde daha açıklara kendileri için besinin bol olduğu yerlere giderler. Deniz otlarının bol olduğu alanlara dağılır ve buradaki omurgasızları yiyerek beslenirler. Güneş doğmadan biraz önce de aynı yolu takip ederek kayalıklara geri dönerler. Her sürü yıllarca kendi gidiş-geliş yolunu kullanır. John Owen, Fantastic Journey, s.113
GÖÇ EDEN PLANKTONLARDAKİ ÜSTÜN AKIL
http://www.harunyahya.org/bilim/goc_mucizesi/res/plankton.jpg
Birçok canlının besin kaynağı olan planktonlar
Plankton, Yunanca bir kelimedir ve dolaşmak ya da sürüklenmek anlamına gelir. Bu yüzden okyanus ve denizlerde sürüklenen hem bitki hem de hayvan organizmaların ortak adıdır. Planktonların kimisi gözle görülmeyecek kadar küçükken kimisinin de boyu dev deniz analarında olduğu gibi 3 metreyi bulur.
Hem bitki hem hayvan planktonlar okyanuslarda dikey ve yatay olmak üzere iki yönde göç ederler. Bunlardan en önemlisi dikey göçtür. Fakat genel olarak iki yönde hareket aynı anda gerçekleşir. Yukarı doğru hareketin esas nedeni beslenmedir. Bulundukları su kolonunda aşağı yukarı besin bulmak için hareket ederler. Bitkisel planktonlar hareket edebilmek için organizmalarındaki gaz, yağ ve tuz miktarlarını kontrol ederler. Gaz ya da yağ miktarının artması ve tuzun atılması organizmanın yukarı çıkmasını sağlar. Bunun tersi de aşağı inmek için kullanılır. Hayvansal planktonlar ise bacakları, sert kılları ve yüzgeçleriyle hareket ederek yüzerler. Hayvansal planktonlar göçlerini zamana ve üreme dönemlerine göre ayarlarlar. Onların göçlerini kontrol eden en önemli faktörün ışık olduğu tahmin edilmektedir.
Akşam karanlığında ışığın azalmasıyla planktonlar yüzeye doğru hareket ederler, şafakta da ışığın artmasıyla derinlere geri dönerler. Göçlerini besinin ve düşmanın varlığı da etkiler. Çoğu mikroskobik boyutlarda olan bu canlıların göçlerinin zamanlamasını kendi yararlarına göre ayarlayabilmeleri için kendilerini bekleyen tehlikeleri ve faydaları önceden bilip ona göre de tedbir almaları gerekir. Bu ise, bir muhakeme kabiliyetine sahip olmaları demektir. Çünkü hayvansal planktonların beslendiği bitkisel planktonlar güneşin bol olduğu yüzeylerde bulunurlar.
http://www.harunyahya.org/bilim/goc_mucizesi/res/planktonlar.jpg
Planktonlar
Fakat hayvansal planktonlarla beslenen canlılar da gündüz onları yüzeyde daha rahat göreceklerinden gündüz beslenmeleri tehlikelidir. Bu yüzden hayvansal planktonlar gündüzleri derinliklerde olup geceleri beslenmek üzere yüzeye çıkarlar. Planktonların, nasıl hareket edeceklerinden, ne zaman ve ne yönde hareket edeceklerine kadar her aşamada gösterdikleri bu bilinçli davranışlar son derece hayranlık vericidir. Onlara bu bilinçli davranışları öğreten elbette herşeyin Rabbi olan Allah’tır:
O Allah, O’ndan başka İlah yoktur, büyük Arş’ın Rabbidir. (Neml Suresi, 26)
Ve Allah ile beraber başka bir İlah’a tapma. O’ndan başka İlah yoktur. O’nun yüzünden (zatından) başka herşey helak olucudur. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz. (Kasas Suresi, 88)
Allah denizlerden gökyüzüne kadar yarattığı her canlıyı yaratma sanatının delilleriyle donatmıştır. Düşünebilen ve akledebilen insanlar bu delilleri çok açık şekilde görebilir ve Allah’ı gereği gibi takdir ederler. Oysa inkar edenler, gerçek çok net bir şekilde ortadayken bu delilleri görmezden gelmeye devam eder ve inkarda ayak diretirler. Nitekim onların hangi delili görürlerse görsünler iman etmeyeceklerini Allah Kuran’da bize bildirmiştir:
… Onlar, hangi ‘apaçık-belgeyi’ görseler, yine ona inanmazlar… (Enam Suresi, 25)
http://www.harunyahya.org/bilim/goc_mucizesi/res/goc_plankton.jpg
Günlük dikey göç döngüsü derin okyanuslarda süreklidir. Şafağa yakın zamanda hayvansal planktonlar suyun derinliklerine, bitkisel planktonların bol olduğu yerlerin (koyu sarı şerit) uzağına göç ederler. Akşam karanlığında planktonik hayvanlar bitkisel planktonlarla beslenmek ve düşmanlardan saklanmak için yüzeye doğru harekete geçerler.

GECE GÖKYÜZÜNDE YAŞANAN BÜYÜK HAREKETLİLİK
Dolunayda teleskopla yapılan gözlemlerde kuş yollarından saatte 9.000 kuşun geçtiği tahmin edilmektedir. Gece göçünün kuşlara sağladığı avantajlardan en önemlisi düşmanlarından bu yolla kaçabilmeleridir. Gece göç eden kuşların büyük bir bölümü küçük ve uçma kabiliyeti zayıf olanlardır. Bu yüzden gece karanlığında uçmak bu kuşlar için daha güvenlidir. Fakat gece göçleri sadece bu sebeple açıklanamaz. Çünkü güçlü uçucu olan ve okyanusta hiç durmadan 3.200 km’lik bir mesafeyi uçabilen bazı sahil kuşları da gece göç ederler. Kuşların gece yolculuğunu seçmelerinin sebeplerinden biri de beslenme zamanlarıdır. Genellikle gündüz beslenen kuşlarda sindirim çok hızlıdır.
Bu nedenle kuşların gündüz beslenirken kısa aralıklarla besin almaları ve göçten önce bu besinleri vücutlarında yağ şeklinde depolamaları gerekir. Eğer küçük göçmenler, gündüz uzun uçuşlar yaparlarsa ulaşacakları yere gece bitkin bir halde ulaşırlar ve gece beslenemeyeceklerinden ertesi sabahı beklemek zorunda kalırlar. Bu durumda muhtemelen bulundukları ortamın soğukluğundan ve enerji elde edememekten dolayı birçoğu yaşamını sürdüremeyecektir. Bu yüzden bu canlılar geceleyin seyahat ederek çok programlı hareket etmiş olurlar. Gece göçünün tam ispatlanmamakla beraber tahmin edilen bir avantajı da, çevre ısısının düşük olmasıdır. Gün boyunca kanatlarını durmaksızın çırpan kuşlar için güneş ışıkları aşırı ısınma riski oluşturur. Gece yolculuğu da bu tehlikeyi önlemiş olur. Ayrıca harcadıkları enerji de belli bir ısı üretir. Kuşlar bu ısıyı hava keselerinden su buharlaştırarak yani bir çeşit terleme ile düşürürler.
Kuşların durmadan uçabilecekleri mesafeyi büyük ihtimalle yağ depolarından başka vücudun su kaybı da belirler. Bu yüzden gece yapılan göçlerde havanın serinliğinden faydalanıp daha az su kaybederek vücut ısılarını düşürebilirler. Su kaybının minimuma inmesi uçulan mesafeyi de artırır.
Bu canlıları Allah yaratmış ve gerekli yeteneklerle donatmıştır. Yaptıkları tüm işler de, Allah’ın varlığının ve kudretinin birer ayeti (delili)dir.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\ÇİÇEKLER\1 lale.jpg

GECE HAREKETLİLİĞİN AZALMASI


… Geceyi bir sükun (dinlenme), Güneş ve Ay’ı bir hesap (ile) kıldı… (Enam Suresi, 96) 

Yukarıdaki ayette geçen Arapça “sekenen” kelimesi, “sükun, dinme, istirahata çekilme vakti, mola vakti” anlamlarına gelir. Allah’ın Kuran’da dikkat çektiği gibi, gece insanlar için dinlenme sürecidir. Geceleri vücutta salgılanan melatonin hormonu insanı uykuya hazırlar. Bu hormon insanın fiziki hareketlerini yavaşlatan, uykulu ve bitkin yapan; ruh halini dinginleştiren doğal bir sakinleştiricidir. Uyku boyunca kalp atışları ve nefes alıp-verme ritmi yavaşlar, kan basıncı düşer. Sabah olduğunda ise bu hormonun üretimi durur ve vücut uyanmak üzere uyarılır.
Uyku, aynı zamanda vücuda kasların ve diğer dokuların tamir olması, yaşlanan veya ölen hücrelerin yenilenmesi için de imkan sağlar. Uyku esnasında enerji tüketimi azaldığı için, gece boyunca vücutta enerji depolanır. Ayrıca bağışıklık sistemi için önemli bazı kimyasallar ve büyüme hormonu da uyku esnasında salgılanır.
Bu nedenle kişi yeteri kadar uyumadığı takdirde, bu durumdan bağışıklık sistemi derhal etkilenir ve vücut hastalıklara daha açık hale gelir. Bir kimse iki gece uyumadığında konsantrasyonu zorlaşır, dikkati azalır, hata yapma oranı artar. Kişi üç gün uyumazsa halüsinasyon görmeye başlar ve mantıklı düşünemez hale gelir.
Gece vakti insanlar için olduğu kadar diğer canlılar için de bir dinlenme vaktidir. Allah’ın “gecenin bir sükun kılınması” ayetiyle haber verdiği bu durum, çıplak gözle tespiti zor olan önemli bir gerçeğe işaret eder: Yeryüzünde gündüz gerçekleşen pek çok faaliyet, gece boyunca yavaşlar, dinlenmeye geçer. Örneğin bitkilerde Güneş’in doğmasıyla birlikte, yaprakta terleme ve buna bağlı olarak fotosentez artmaya başlar. Öğleden sonra ise bu olay tersine döner; yani fotosentez yavaşlar, solunum artar, çünkü sıcaklığın artmasıyla birlikte terleme de hızlanır. Geceleyin ise sıcaklığın azalmasıyla birlikte terleme yavaşlar ve bitki rahatlar. Eğer geceyi sadece bir gün bile yaşamasak, bitkilerin çoğu ölürdü. Bu bakımdan gece, aynı insanlar için olduğu gibi, bitkiler için de bir dinlenme ve dinçleşme anlamına gelir.
Geceleri moleküler düzeyde de hareketlilik azalmaktadır. Gündüzleri Güneş’in yaydığı radyasyon, Dünya’nın atmosferindeki atom ve molekülleri hareketlendirerek onların daha yüksek enerji seviyelerine ulaşmalarına sebep olur. Karanlık çöktükçe, atom ve moleküller daha düşük enerji seviyelerine iner ve radyasyon yaymaya başlarlar.
Kuran’da Enam Suresi’nin 96. ayetiyle yukarıda bahsettiğimiz bu bilimsel bilgilere işaret ediliyor olması muhtemeldir ve bu da Kuran’ın sayısız mucizesinden sadece bir tanesidir. (En doğrusunu Allah bilir.)
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\ÇİÇEKLER\1 lale.jpg

SABAH UYANMAK ŞÜKÜR VESİLESİDİR


Her insan, ömrünün üçte birini uyuyarak geçirir. Her gün yaşadığımız ve gerçekte büyük bir mucize olan uyku genellikle bilinenin aksine tüm vücut sistemlerinin pasifleştiği bir dinlenme süresi değildir. Çünkü uyku esnasında vücut aktif bir yenilenme sürecine girer. Şimdi uykuda insan vücudunun nasıl bir yenilenme sürecinde olduğuna göz atalım.

Uyku insan hayatının vazgeçilmez ihtiyaçları arasında yer alır. Vücudumuzun suya, oksijene ve gıdalara ihtiyacı olduğu ölçüde uykuya da ihtiyacı vardır. Hayatımızın yaklaşık 1/3′ü uykuda geçtiğinden, dengeli bir hayat sürmek için dinlendirici uyku hayati bir önem taşır. Uyku, pasif bir dinlenme hali değildir. Uyku esnasında gün boyunca zihni meşgul eden aktiviteler, gerginlikler ve hafızaya alınan bilgiler adeta bir bilgisayarın belleğinin ayıklanması gibi ayıklanır. Uykuda hormon düzeyi dengelenir, sindirim sistemi çalışır, bağışıklık sistemi devreye girer, deri yeniden yapılandırılır. Hücre bölünmesi uykuda yoğun bir şekilde devam eder.
UYKUDA NELER YENİLENİYOR
http://www.nisanpsiko.com/Article_i/urun954321.jpg
Cildimizin pürüzsüz kalabilmesi her gün 10 gram ölü deri hücresinin katılmasıyla sağlanır. Bunun gerçekleşebilmesi için, her akşam derimizin en üst tabakasındaki hücreler bölünmeye başlar. Uyku esnasında ise büyüme hormonunun artmasıyla birlikte bu reaksiyon hızlanır. Gecenin sessizliği bunun için en ideal ortamdır. Çünkü gece ne güneş, ne rüzgar, ne de hareket hücre bölünmesini engelleyemez. İşte bu yenilenme saatlerinde cildin, başta oksijen olmak üzere, bir dizi besin maddesine ihtiyacı vardır. Alınan her solukta cilt, ihtiyacı olan oksijeni depolar. Bu nedenle uzmanlar akşamları yatmadan önce yatak odasının iyice havalandırılmasını tavsiye ederler. Uyurken, özellikle de rüya gördüğümüz saatlerde vücut ısısının 2 derece artmasıyla birlikte, organizma bol miktarda sıvı üretir. İşte bu nedenle sabahları uyandığımızda saçlarımız nemlenmiş, şekilleri bozulmuştur. Yağ bezleri geceleri yenilendiğinden, uyku sırasında yağ salgılaması genelde azdır. Bu nedenle, cildi kuru olanların sabah iyice kurumuş bir ciltle uyandıkları görülür. Uyku uzmanları, kanımızdaki büyüme hormonu düzeyinin uykuya dalar dalmaz ani bir yükseliş gösterdiğini saptamışlardır. Bu nedenle yeterli miktardaki her uykudan sonra vücut olarak tazelenmiş bir şekilde uyanırız.
NE ZAMAN NE KADAR UYUMALIYIZ?
Günlük uyku süresi kişiye ve yaşa bağlı olarak değişir. Genellikle yaş ilerledikçe uyuma süresi azalmaktadır. Ancak günlük ortalama 6 ila 8 saat arası uyku bir yetişkin için yeterlidir. Sık sık yeterince derin uyku uyuyamayan kişiler, hastalıklara karşı daha dayanıksız olmaktadırlar. Böyle durumlarda vücudun ritmi kontrolden çıkar. Bu dengesizlik cilde yansır: cilt kurur, pul pul kalkar, çatlar, hücre bölünmesi düzenli gerçekleşemediği için cilt giderek incelir. Kuru cilt daha da kururken, pürüzlü cilt de iyice bozulur.
Uzmanlar uyku zamanı olarak ise en ideal olan vaktin gece uykusu olduğunu belirtmektedirler. Her türlü uyku bozukluğunda dahi gündüz uykusu ile takviye yapmayı tavsiye etmemekte, gece uyumanın önemi üzerinde durmaktadırlar. Ancak hücre yenilenmesi ve hormonal reaksiyonlar sadece geceleri meydana geldiği için, bilinenin aksine öğle uykusunun büyük bir katkısı yoktur. Çünkü beynimizin salgıladığı melatonin hormonu hava karardıktan sonra üretilir. Cildin yenilenme işlemini işte bu hormon başlatır. Nitekim Rabbimiz olan Yüce Allah Kuran’da bu duruma şöyle dikkat çekmiştir:
“O, geceyi sizin için bir elbise, uykuyu bir dinlenme ve gündüzü de yayılıp-çalışma (zamanı) kılandır.” (Furkan Suresi, 47)
UYKUSUZLUK
Vücudumuzda günlük uyku-uyanıklık döngüsünü kontrol eden bir mekanizma vardır. Sirkadyen ritim adı verilen bu mekanizma vücutta bulunan ve yaklaşık 24 saatlik dilime göre ayarlı olan biyolojik saat tarafından kontrol edilir. Genel olarak çevresel ve içten gelen etkenler nedeniyle bu ritim bozularak uykusuzluk baş gösterir. Bunun yanı sıra; düzensiz uyku alışkanlıkları, psikolojik nedenler, nörolojik rahatsızlıklar, hormonal bozukluklar, fizyolojik ve kalıtsal faktörler de uykusuzluğa sebep olabilir. Uykusuzluk, diğer adıyla “insomnia” ağrıdan sonra toplumda en çok bildirilen ikinci şikayettir. Amerikan toplumunda bu rahatsızlık; tıbbi gider, kaza kayıpları, işe gelmeme kaybı ve üretimde düşme zararları olarak yılda yaklaşık 100 milyar dolar kayba neden olmaktadır.
http://img.mynet.com/ha3/u/uyku.jpg
Uykusuzluk toplam uyuma saati olarak değil yeterli süre ve kalitede uyku alamayarak sabaha dinlenmiş kalkamama şeklinde tarif edilir. Örneğin günlük uyku ihtiyacı 5 saat olan ve 5 saat uykudan sonra sabah dinlenmiş olarak kalkan birisi uykusuzluk çekmemektedir.
FARKLI UYKU BOZUKLUĞU
Uyku bozukluğu denince en sık karşılaşılan durumlar; uyuyamama, uykuya dalamama, uyku bölünmesi ya da sabah erken bir saatte uyanıp tekrar dalamama olarak özetlenebilir. Ancak fazla uyuma ya da yastığı görür görmez uykuya dalma da bir tür uyku bozukluğudur. Uykusuzluğun en sık görülen tipi psikofizyolojik olanıdır. Bütün uyku hastalıklarının bir belirtisi olarak ortaya çıkabilir. Ayrıca dahili, psikiyatrik ve ilaçlarla bağlantılı bir durum da olabilir.
Psikofizyolojik uykusuzluk tipik olarak stres gibi faktörler devrede iken oluşur. Psikofizyolojik uykusuzlukta bütün dikkat uyuyamama üzerinde toplanır. İdiopatik uykusuzluk durumu ise kronik ve ciddi bir uyuyamama ve uykuyu devam ettirememe halidir. Yatağa gidince uykuya dalma süresi çok uzun olabilir ve uyku uyanmalarla parçalanmıştır.
Buna sebep olan nörolojik bozukluk hafif ile şiddetli derecelerde olduğu gibi uyuyamama da hafif veya ağır ve hatta dayanılmaz olabilir. Bu tür uykusuzlukta psikolojik fonksiyonlar dikkati çekecek şekilde normaldir. İleri vakalarda hastalar iş yapamaz hale gelirler. Bunun yanı sıra; uyurgezerlik, uykuda korku gibi uyku bozuklukları da yaygın olarak görülür.
Uykusuzluk çok sık görülen ve tedavi edilebilen bir rahatsızlıktır. Tedavi edilmeyince, önemli hastalıklara ve hatta ölüme yol açabilir, depresyonun gelişmesinde bir risk faktörü olabilir.
Narkolepsi ve Toplum Sağlığı”Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı(n ruhunu) tutar, öbürüsünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” (Zümer Suresi, 42)
APNE HALİ VE UYKUDA RUHUN ALINMASI
Uykuda soluk kesilmesi olarak tarif edilen apne, yaşamı tehdit edebilecek uzun vadeli ciddi sağlık sorunlarına sebep olmaktadır. İlk kez 1965 yılında tanı konulan apne kelime olarak Yunancada ‘soluk arzusu’ anlamına gelmektedir. İki tür uyku apnesi tanımlanır; birinde beyin soluk alma kaslarına solunumu başlatan doğru sinyalleri gönderemez, diğerinde ise hava solunum yollarında tıkanır. Apne sırasında soluk almak için aşırı bir çaba harcandığı için damarlar ve kalp bir dirence karşı çalışır. O sırada kandaki oksijen yoğunluğu azalır. Kalpte de birtakım ritim bozuklukları baş gösterir. Uykuda ani ölümler en başta sayabileceğimiz, hipertansiyon, kalp hastalıkları, enfaktüs ve inmeler uzun dönemde sebep olabileceği rahatsızlıklardır.
http://www.hastaadam.com/resim/uyku5.jpg
Görüldüğü gibi uyku esnasında insan yaşamı birçok tehditle karşı karşıyadır. O halde her sabah sağlıklı bir şekilde uykudan uyanmak şükredilmesi gereken mucizevi bir durumdur. Uyku süresi boyunca insan, bilincini ve dışarıyı algılama yeteneklerini kısmen yitirir. “Ölüm benzeri” olarak belirtilen uykudan şuurlu ve bir gün önceki haline kavuşmuş bir şekilde uyanmak, kusursuz bir şekilde görebilmek, duymak ve hissetmek, üzerinde düşünülmesi gereken mucizevi olaylardır. Gece uyumak için yatağına yatan insan bu eşsiz nimetlerin sabah kendisine yeniden verileceğinden emin olamaz. Ayrıca insan herhangi bir felaketle karşılaşmadan veya sağlık sorunu olmaksızın uyanacağından da asla emin olamaz.
www.maddedekimuhtesemilim.com
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\ÇİÇEKLER\1 lale.jpg

ALLAH İNSANI GECE VE GÜNDÜZ ÜZERİNDE DÜŞÜNMEYE ÇAĞIRIR


Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah’ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır. (Bakara Suresi, 164)
Birçok insan “derin düşünmek” için, başını iki elinin arasına koyması, bir odaya, hatta bir nevi tefekkür hücresine çekilip, tüm insanlardan ve olaylardan elini ayağını çekmesi gerektiğini zanneder. Hatta “derin düşünmeyi” o kadar gözünde büyütür ki, kendisi için fazla bulur; bunun ancak “düşünürlere” ait bir özellik olduğunu sanır.
Allah insanları düşünmeye çağırır ve “(Bu Kur’an,) Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır” (Sad Suresi, 29) ayetiyle Kuran’ı insanların düşünmeleri için indirdiğini bildirir. Önemli olan insanın düşünme yeteneğini samimiyetle geliştirmesi, düşünme konusunda derinleşmesidir.
Bu konuda çaba harcamayan insanlar ise yaşamlarını derin bir “gaflet” içinde geçirirler. Gaflet kelimesi, “unutmaksızın ihmal etmek, terk etmek, yanılmak, umursamamak, dikkatsizlik yapmak” gibi anlamlar içerir. Düşünmeyen insanların içinde bulundukları gaflet hali de, yaratılış amaçlarını ve dinin bildirdiği gerçekleri unutmanın veya bunları bilerek gözardı etmenin bir sonucudur. Ancak bu, bir insan için son derece tehlikeli ve sonu cehenneme varan bir yoldur. Nitekim Allah insanları gaflete kapılmama konusunda şöyle uyarmıştır:
Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma. (Araf Suresi, 205)
İş(in) hükme bağlanıp biteceği, hasret gününe karşı onları uyar; onlar bir gaflet içindedirler ve onlar inanmıyorlar. (Meryem Suresi, 39)
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\AYET\ayet.jpg
Kuran’da düşünüp vicdanıyla gerçekleri gören ve bundan dolayı Allah’tan korkup sakınan insanlardan bahsedilir. Hiç düşünmeden, bir gelenek gibi atalarından gördüklerini körü körüne uygulayanların ise hatalı oldukları haber verilir. Bu kişiler kendilerine sorulduğunda dindar olduklarını, Allah’a inandıklarını söylerler. Ancak düşünmedikleri için Allah’tan korkup sakınarak davranışlarını düzeltmezler. Aşağıdaki ayetlerde düşünmeyen bu kişilerin zihniyetleri şöyle haber verilmektedir:
De ki: “Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?”
“Allah’ındır” diyecekler. De ki: “Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?”
De ki: “Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?”
“Allah’ındır” diyecekler. De ki: “Yine de sakınmayacak mısınız?”
De ki: “Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Herşeyin melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken Kendisi korunmuyor.”
“Allah’ındır” diyecekler. De ki: “Öyleyse nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?”
Hayır, Biz onlara hakkı getirdik, ancak onlar gerçekten yalancıdırlar. (Müminun Suresi, 84-90)
DÜŞÜNMEK İNSANLARIN ÜZERLERİNDEKİ BÜYÜYÜ KALDIRIR
Ayetlerde Allah insanlara, “Öyleyse nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?” diye sormaktadır. Ayette geçen büyü kelimesi, insanları toplu olarak etkisi altına alan zihinsel bir uyuşukluğa işaret etmektedir. Düşünmeyen insanın aklı uyuşur, görüşü puslanır, yani gözünün önündeki gerçekleri görmemiş gibi davranır, muhakemesi zayıflar. Çok açık birşeyi bile kavramaktan yoksun hale gelir. Yanı başında gerçekleşen olağanüstü olayların bilincine varamaz.
Olayların girift noktalarını fark edemez. İnsanların binlerce yıldır gaflet içinde bulunmalarının, birbirlerine aktardıkları bir miras gibi toplu olarak derin düşünmekten uzak durmalarının kaynağı da bu uyuşukluktur.
Bu toplu büyünün etkilerinden birini şöyle bir örnekle açıklayabiliriz:
Yeryüzünün altı, tamamen magma dediğimiz bir “ateş tabakası”yla kaplıdır. Yeryüzü kabuğu son derece incedir; yani bu ateş bize çok yakın, neredeyse hemen ayağımızın altındadır. Yeryüzü kabuğunun ne kadar ince olduğunu anlamak için şöyle bir kıyas yapabiliriz: Yeryüzü kabuğunun tüm dünyaya kıyasla kalınlığı, bir elma kabuğunun tüm elmaya kıyasla kalınlığı ile karşılaştırılabilir.
http://www.harunyahya.org/imani/dusunmek/res/015_1b.jpg
http://www.harunyahya.org/imani/dusunmek/res/015_2b.jpg
Soldaki resimde görüldüğü gibi yerkabuğunun altı mağma tabakası ile kaplıdır. Ve yer altı katmanlarının hareketi sonucunda mağma yerkabuğunu delerek volkanik patlamalara sebep olur. 1992 yılında  İtalya’da bulunan Etna Yanardağından çıkan lavlar adeta “ateşten bir nehri” andırmaktadır. (sağda)
Yeryüzünün hemen altında çok yüksek ısılarda kaynayan bir tabaka olduğu herkesçe bilinir, ancak insanlar bu konu üzerinde pek düşünmezler. Çünkü bu insanların anne babaları, kardeşleri, akrabaları, arkadaşları, komşuları, okudukları gazetenin yazarları, televizyon programcıları, üniversitedeki hocaları da bunu düşünmezler.
Biz sizi bu konuda biraz düşündürelim. Bir insanın hafızasını kaybettiğini ve etrafındakilere sora sora çevreyi tanımaya çalıştığını varsayalım. Bu insan öncelikle nerede olduğunu soracaktır. Ona bastığı toprağın hemen altında ateşten kaynayan bir küre olduğu, kuvvetli bir yer sarsıntısında veya bir yanardağın patlamasında bu alevlerin yeryüzüne çıkabileceği söylense ne düşünür? Biraz daha ileri gidelim ve bu insana dünyanın sadece küçük bir gezegen olduğu ve uzay denilen sınırı bilinmeyen bir karanlık boşlukta uçmakta olduğunun da söylendiğini varsayalım. Uzay dünyanın alt tabakasından çok daha büyük tehlikeler içermektedir. Örneğin tonlarca ağırlıktaki göktaşları orada başıboş dolaşmaktadır. Bunların dünyaya yönelmemeleri ve çarpmamaları için hiçbir sebep yoktur.
Elbette ki bu insan içinde bulunduğu tehlikeli durumu bir an bile aklından çıkaramaz. Böylesine pamuk ipliğine bağlı bir ortamda insanların yaşamlarını nasıl sürdürdüklerini araştırır. Ve kusursuzca işleyen bir sistemin var edildiğini fark eder. Üzerinde bulunduğu gezegenin içi büyük bir tehlikeyle kaplıdır, ama bu tehlikenin her an insanları zarara uğratması da çok hassas dengelerle engellenmiştir. İşte bunu fark eden insan, dünyanın ve dünya üzerindeki tüm canlıların Allah’ın dilemesiyle, O’nun yarattığı kusursuz bir denge sayesinde yaşadıklarını ve güvenlik içinde varlıklarını sürdürdüklerini anlar.
Bu örnek, insanların üzerinde düşünmeleri gereken milyonlarca hatta belki milyarlarca konudan yalnızca biridir. Gafletin insanın düşünüp kavrama yeteneği üzerinde nasıl bir etki meydana getirdiğini, insanın zihinsel kapasitesini nasıl sınırladığını anlayabilmek için bir örnek daha vermek faydalı olacaktır:
İnsanlar dünya hayatının büyük bir hızla geçip tükendiğini bilmektedirler ama buna rağmen, sanki bu dünyadan hiç ayrılmayacakmış gibi bir tavır gösterirler. Sanki dünyada ölüm yokmuş gibi davranırlar. İşte bu da nesilden nesile aktarılan bir nevi “büyüdür”. Hatta bunun öyle şiddetli bir etkisi vardır ki, bir kişi ölümden bahsetse, insanlar üzerlerindeki büyünün bozulmasından ve gerçeklerle yüzyüze gelmekten son derece korkarak bu konuyu hemen kapattırırlar. Bütün hayatlarını iyi bir ev, yazlık ve araba almak, çocuklarını kolejde okutmak için harcamış olan insanlar, bir gün gelip de öleceklerini ve yanlarında ne arabalarını, ne evlerini, ne de çocuklarını götüremeyeceklerini düşünmek istemezler. Çözüm olarak ise, ölümden sonraki asıl hayat için birşeyler yapmaya başlamak yerine, düşünmemeyi seçerler.
Oysa her insan er ya da geç, mutlaka ölecektir. Ve öldükten sonra, her insan için, -iman eden veya etmeyen- sonsuz bir hayat başlayacaktır. Bu sonsuz hayatın cennette mi yoksa cehennemde mi sürdürüleceği ise bu kısa dünya hayatında yaptıklarına bağlıdır. Bu kadar açık bir gerçek varken, insanların sanki ölüm yokmuş gibi davranmalarının tek nedeni düşünmemelerinden dolayı üzerlerini bürüyen bu büyüdür.
Ancak dünya hayatında düşünerek kendini bu büyüden, diğer bir deyişle gaflet halinden kurtaramayan kişiler, öldükten sonra gerçekleri gözleri ile görerek anlayacaklardır. Allah bu gerçeği Kuran’da şöyle haber verir:
Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün keskindir. (Kaf Suresi, 22)
Ayette de belirtildiği gibi, düşünmemekten dolayı bulanıklaşan görüş, öldükten sonra ahirette hesap verirken “keskinleşecektir”.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\MANZARA\bulut_gunes.jpg
Şunu da belirtmek gerekir ki, insanlar kendi kendilerini “bilerek” böyle bir büyüye sokmaktadırlar. Bu şekilde rahat bir hayat yaşayacakları zannıyla hareket etmektedirler. Oysa insanın bir anda karar alıp üzerindeki bu zihinsel uyuşukluktan kurtulması, açık bir şuurla yaşamaya başlaması çok kolaydır. Allah bunun çözümünü insanlara sunmuştur; düşünen insanlar bu büyüyü, dünyada iken üzerlerinden kaldırabilirler. Böylece olayların bir amacı ve iç yüzü olduğunu anlar ve Allah’ın her an yarattığı hikmetleri görebilirler.
İşte bu insan, düşünen ve düşündüklerinden hayati bir sonuca varabilen kişidir.
Ama insanların büyük bir çoğunluğu bu konuları pek düşünmez. Aniden “şu anda ne düşünüyorsun?” diye sorulsa, son derece gereksiz ve kendilerine pek fayda getirmeyecek şeyler düşündükleri ortaya çıkar. Oysa insan, uyandığı andan uyuyana kadar geçen zaman içerisinde her an “anlamlı”, “hikmetli”, “önemli” konuları “düşünebilir”, düşündüklerinden sonuçlar çıkarabilir.
Allah Kuran’da müminlerin her koşulda düşündüklerini ve bu düşüncelerinden fayda verecek sonuçlar çıkardıklarını şöyle bildirmektedir:
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru.” (Al-i İmran Suresi, 190-191)
Ayette de bildirildiği gibi müminler düşünen insanlar oldukları için, yaratılıştaki mucizevi yönleri görebilmekte ve Allah’ın gücünü, ilmini ve aklını takdir edebilmektedirler.
Kuran’da dikkat çekilen bütün konular, haklarında ciltlerce kitap yazılabilecek kadar detaylı bilgiler içerir. Örneğin gökyüzünün yedi ayrı katmandan oluşması ve bunların dünya üzerindeki ekolojik sisteme ve canlılara sağladığı faydaları, ay ve güneşin, mevsimlere, iklimlere, gece–gündüz oluşumuna ve insan yaşamına olan etkisini düşünmek kişinin düşünce ufkunu genişletecek, aklını, dolayısı ile imanını artıracak bir yoldur. Bu sistemlerde meydana gelebilecek en ufak bir aksaklığın nasıl tehlikeli sonuçlar doğuracağını düşünmek de aynı şekilde etkili olacaktır. Tüm evren bunlar gibi sayısız detaylarla doludur ve cahiliye toplumunda insanların çoğu günlük hayatlarında bunları düşünmezler. Bu nedenle yaratılış delillerini insanların hiç düşünmedikleri yönleri ile anlatarak yapılan bir anlatım, diğer insanları da düşünmeye sevk edecek, Allah’ın gücünü ve kudretini tanıyıp takdir etmesinde de etkili olacaktır.

C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\ÇİÇEKLER\1 lale.jpg